Ya gri ya da sarı bir sabahtı uyandım, ya da uyandığımı sandım çıktım yataktan, belki de hâlâ oradayım, kurgusal bir rüyanın içinde debeleniyorum. Ne fark eder sonuçta oturdum kahvaltı sofrasına. Jambon yedim, hayır pastırma, hayır sucuk, hayır o et değildi. Olamaz çoraplarım ağzımda mı yoksa. Çay içmeliyim, şeker attım mı? “Günaydın.” Kim konuştu? Çaydanlık sen misin, egom mu konuştu yoksa? Nihayet dile gelmiş olmalı. Bir tren sesi, yolcu mu yük mü? Tıkır tıkır tıkır… Keşke yine kara trenler olsa. Baksak onlara öküz kardeşlerimiz gibi. Offf sıkıldım.
Nihayet çıktım sokağa. Bir adam selam veriyor bana. Müslüman olmalı. Sonra otobüs geliyor ama ben binmiyorum yürüyeceğim. Ve birden yağmur yağıyor. Bir kadın geçiyor, şemsiyesi var. Neden ben de yağmur yağacağını kestirip bir şemsiye almadım? Kafamda bu soru sahile geliyorum, bir feribot geçiyor, bir balıkçı teknesi, sahil güvenlik ve Özgürlük Heykeli. Yahu neredeydim ben? Yağmur daha da hızlanıyor. Saçlarım akıyor, deniz daha da gri oluyor. Ve sonra birden yazmak geliyor içimden.
Öyle alelade bir anda, alelade bir yerde yazmak gelmez insanın içinden. Bir yerlerde, bir zaman öbeğinin içinde siz hissetmeseniz de bir olay cereyan etmiştir ve okuyucu eğer post-modern bir romanın içinde olduğunu anlamamışsa hâlâ bir kalemin ucundaki kukla gibi tebessüm eder fark edemediği öteki okuyucuya ve buna rağmen kopmuyorsa kıyamet çoktan kırılmıştır bu romanın kurgusu, yitip gitmiştir tozlu bir rafın karanlık aralığında. Daha kötüsü de tüm bu yitip gitmişliğimize rağmen akşam yine televizyonda mutlu bir şekilde izleriz Kemal Sunal, Zeki-Metin filmlerini. Ve yayın gitse bile Necefli Maşrapa’nın endamıyla bize huzur vereceğini biliriz.
Masalcınız Kafka’ysa ya da Sartre’sa işler biraz daha karmaşık olabilir. Çünkü onlar zaten sizi çoktan post-modernist metinlere hazırlamışlardır. Bu da tıpta “erken farkındalık” olarak adlandırılan bir hastalığa sebep olur. Bu hastalığa yakalanan hastalar genellikle erken yaşlarda huzursuzlanmaya, sosyal hayatlarında uyum problemleri yaşamaya başlarlar. Belirtiler arasında sebepsiz yere ağlama krizleri, yüksek ateş ve kusma vardır. Kimi hastaların işi gırgıra vurup kendi kendilerini tedavi ettikleri görülmüştür.
* * *
Ansızın yazmak isteyişim gibi ansızın da ölmek isteyebilir miydim? O zaman da o kadar cesur olabilir miydim? Ya da ansızın dağa çıkmak, ansızın sadece gitmek… Ansızın sevişmeye bile cesaretimiz yok bizim. Ve yine böyle alelade bir anda, alelade bir yerde ansızın kıyamet kopsun istedim. Evet! Kıyamet kopmalı.
Öyle alelade kopmaz kıyamet. Koptu mu şöyle göğü yere dökmesi gerekir. Bunun olabilmesi için de gerekli şartlar olgunlaşmalıdır -ki bu şartlar sırasıyla şunlardır: Bir yerlerde bir bebek gözler önünde, kundağının içinde katledilecek; büyük bir bina dolusu kitap yakılacak ya da denize dökülecek; bir seferde bir şehir dolusu insan radyoaktif sebeplerden zehirlenecek; anne evladına iğfal ettirilecek; bir kıta dolusu insan aç bırakılacak; birçok lider devrilecek sonra onları devirenler de devrilecek ve en önemlisi her eve bir televizyon sokulacak.
Şaka şaka! Bunlardan kıyamet kopmaz korkmayın. Zaten bunlar gündelik şeyler değil mi? İşin zahmeti de buradadır zaten. Dünyanın tüm azametine ve kalleşliğine rağmen ona rahatça bakabilmek… Hüner ister, çaba ister ve şanssız bir azınlık bu yetenekten mahrumdur. Onlar da ne yapsın işte, böyle başka türlü “acıklı” işlere bulaşırlar. Yine de “Hiç küskün değilim. Hiçbir dargınlık duymuyorum,” deyip üstüne bir de blog açarlar.
Çay içen var mı? Ona göre su koyacağım.