21 Temmuz 2012 Cumartesi

Sessizliğin Çığlığı


Biri ıslık çalıyor gecenin rahminden. Sanırım gece birazdan bir gürültü doğuracak.
Hep merak etmişimdir zaten bu gece seslerini kim çıkarıyor diye. Çocukluğumu ve ilk gençlik yıllarımı geçirdiğim ıssız evde, sessizlik bir başka derin olurdu. Her şey susar der bazıları böyle durumları anlatmak için ama ben her şeyin susabileceği bir mekân olduğunu hiç zannetmiyorum. Misal bizim evde elektrik yükseltici hiç susmaz. Elektrik akımında dalgalanmalar oldukça karın gurultusuna benzer kısa sesler çıkarır. Düzensiz aralıklarla evin öbür ucundan benimle konuşur.
Sonra bir de yeni kapatılmış televizyonun birkaç saat boyunca çıkardığı sesler vardır. Bir çeşit tıkırtıdır bu. Çocukken bazen tam uykuya dalacakken bu sesi duyar irkilirdim. Sonradan öğrendim ki plastik kaplama olan tüplü her televizyon uzun süre çalıştıktan sonra böyle sesler çıkarırmış. Tabii artık tüplü televizyonların modası bittiğinden bu evde onlar konuşmuyor.
Bu sesler olmadığı zamanlarda da bir köpek havlaması, otuz bin fitte seyreden bir uçağın boğuk sesi, bir trenin kesik kesik öten düdüğü ya da çok uzaklardan geçen bir kamyonun gürültüsü bana hala bir şehirde, bir evin içinde olduğumu hatırlatırdı. Bazende annemle babamın konuşmalarını fısıltı halinde duyardım. Sohbetlerini işitmek ama anlayamamak beni huzursuz ederdi. Çünkü babamın yine benden sitem ettiğini düşünürdüm. Ama bazı çok ıssız gecelerde o huzursuz fısıltıları bile arardı kulaklarım.
İşte o “çok ıssız” gecelerden biriydi.

8 Temmuz 2012 Pazar

Bir Eve Dönüş Hikâyesi: Sunset Park


Paul Auster’ın 2010 yılında yayınlanan romanı Sunset Park en yalın ifadeyle bir eve dönüş hikâyesi. Roman boyunca Odysseus’a açık göndermeler yapılmakta, ayrıca tüm karakterlerin ve hatta koca bir ülkenin içinde bulunduğu arayış, eve dönüş temasına oldukça uymakta. Ama roman bu düzlem üzerinde kalmıyor, sayısız konuyu, metaforu ve göndermeyi küçük hacminin içinde topluyor.
Roman Miles Heller etrafında kuruluyor. Miles 16 yaşındayken üvey ağabeyini sinirle yola itip bir arabanın altında kalmasına sebep olmuştur. Bu olaydan sonra Miles’ın hayatı eskisi gibi olmayacaktır. Vicdan azabından kurtulamaz ve kazadan birkaç yıl sonra kendini cezalandırmak için (belki bir bakıma da ailesinden uzaklaşarak acılarını hafifletmek için) okulunu, ailesini bırakıp yedi yıllık bir sürgün hayatına başlar. Bu durum romanın çıkış noktası gibi görünse de yazar, daha sonra bu garip kazaya hakkıyla eğilmez. Zaten Miles da yedi yılın sonunda Florida’da bir kıza âşık olmuş, hayatının merkezine onu yerleştirmiştir. Yedi yıllık zaman zarfına birkaç paragraflık açıklamalar dışında pek dönülmez.
Roman boyunca en çok karşımıza çıkan tema ekonomik bunalımdır. Auster, romanlarında parasal hesapları, kaygıları ve bazen yoksulluğu bize sıklıkla hissettiren bir yazardı ancak bu romanda (sanırım küresel krizin de etkisiyle) ekonomik yozlaşma romanın hemen her sayfasında karşımıza çıkıyor.
Miles, Florida’da bankaya olan kredi borçlarını ödeyemeyen ev sahiplerinin ellerinden alınan evlerin temizlenmesi işini yaparken karşımıza çıkıyor. Evi apar topar boşaltan aileler geride birçok eşya bırakmışlardır. Yazar bu eşyaları tarif ederken görüyoruz ki boş evler kâbusa dönmüş birer Amerikan Rüyasıdır. Miles da geride bırakılmış eşyaların fotoğrafını çekmektedir. Aslında böylece Amerikan toplumunun son yıllardaki hayal kırıklıklarını belgelemektedir. Bir bakıma Miles’ın Amerikan rüyası da kâbusa dönmüştür. Saygın bir anne babaya sahip, iyi eğitim gören, okulun beysbol takımında oynayan geleceği parlak bir gençken kısa süreli bir öfkenin sonucunda

5 Temmuz 2012 Perşembe

İlk Posta: Hayata Bakmak Neden Zahmetlidir?

Ya gri ya da sarı bir sabahtı uyandım, ya da uyandığımı sandım çıktım yataktan, belki de hâlâ oradayım, kurgusal bir rüyanın içinde debeleniyorum. Ne fark eder sonuçta oturdum kahvaltı sofrasına. Jambon yedim, hayır pastırma, hayır sucuk, hayır o et değildi. Olamaz çoraplarım ağzımda mı yoksa. Çay içmeliyim, şeker attım mı? “Günaydın.” Kim konuştu? Çaydanlık sen misin, egom mu konuştu yoksa? Nihayet dile gelmiş olmalı. Bir tren sesi, yolcu mu yük mü? Tıkır tıkır tıkır… Keşke yine kara trenler olsa. Baksak onlara öküz kardeşlerimiz gibi. Offf sıkıldım.
Nihayet çıktım sokağa. Bir adam selam veriyor bana. Müslüman olmalı. Sonra otobüs geliyor ama ben binmiyorum yürüyeceğim. Ve birden yağmur yağıyor. Bir kadın geçiyor, şemsiyesi var. Neden ben de yağmur yağacağını kestirip bir şemsiye almadım? Kafamda bu soru sahile geliyorum, bir feribot geçiyor, bir balıkçı teknesi, sahil güvenlik ve Özgürlük Heykeli. Yahu neredeydim ben? Yağmur daha da hızlanıyor. Saçlarım akıyor, deniz daha da gri oluyor. Ve sonra birden yazmak geliyor içimden.
Öyle alelade bir anda, alelade bir yerde yazmak gelmez insanın içinden. Bir yerlerde, bir zaman öbeğinin içinde siz hissetmeseniz de bir olay cereyan etmiştir ve okuyucu eğer post-modern bir romanın içinde olduğunu anlamamışsa hâlâ bir kalemin ucundaki kukla gibi tebessüm eder fark edemediği öteki okuyucuya ve buna rağmen kopmuyorsa kıyamet çoktan kırılmıştır bu romanın kurgusu, yitip gitmiştir tozlu bir rafın karanlık aralığında. Daha kötüsü de tüm bu yitip gitmişliğimize rağmen akşam yine televizyonda mutlu bir şekilde izleriz Kemal Sunal, Zeki-Metin filmlerini. Ve yayın gitse bile Necefli Maşrapa’nın endamıyla bize huzur vereceğini biliriz.
Masalcınız Kafka’ysa ya da Sartre’sa işler biraz daha karmaşık olabilir. Çünkü onlar zaten sizi çoktan post-modernist metinlere hazırlamışlardır. Bu da tıpta “erken farkındalık” olarak adlandırılan bir hastalığa sebep olur. Bu hastalığa yakalanan hastalar genellikle erken yaşlarda huzursuzlanmaya, sosyal hayatlarında uyum problemleri yaşamaya başlarlar. Belirtiler arasında sebepsiz yere ağlama krizleri, yüksek ateş ve kusma vardır. Kimi hastaların işi gırgıra vurup kendi kendilerini tedavi ettikleri görülmüştür.
* * *
Ansızın yazmak isteyişim gibi ansızın da ölmek isteyebilir miydim? O zaman da o kadar cesur olabilir miydim? Ya da ansızın dağa çıkmak, ansızın sadece gitmek… Ansızın sevişmeye bile cesaretimiz yok bizim. Ve yine böyle alelade bir anda, alelade bir yerde ansızın kıyamet kopsun istedim. Evet! Kıyamet kopmalı.
Öyle alelade kopmaz kıyamet. Koptu mu şöyle göğü yere dökmesi gerekir. Bunun olabilmesi için de gerekli şartlar olgunlaşmalıdır -ki bu şartlar sırasıyla şunlardır: Bir yerlerde bir bebek gözler önünde, kundağının içinde katledilecek; büyük bir bina dolusu kitap yakılacak ya da denize dökülecek; bir seferde bir şehir dolusu insan radyoaktif sebeplerden zehirlenecek; anne evladına iğfal ettirilecek; bir kıta dolusu insan aç bırakılacak; birçok lider devrilecek sonra onları devirenler de devrilecek ve en önemlisi her eve bir televizyon sokulacak.
Şaka şaka! Bunlardan kıyamet kopmaz korkmayın. Zaten bunlar gündelik şeyler değil mi? İşin zahmeti de buradadır zaten. Dünyanın tüm azametine ve kalleşliğine rağmen ona rahatça bakabilmek… Hüner ister, çaba ister ve şanssız bir azınlık bu yetenekten mahrumdur. Onlar da ne yapsın işte, böyle başka türlü  “acıklı” işlere bulaşırlar. Yine de “Hiç küskün değilim. Hiçbir dargınlık duymuyorum,” deyip üstüne bir de blog açarlar.
            Çay içen var mı? Ona göre su koyacağım.